Kadeh

Kadeh

28 Nisan 2014 Pazartesi

Bakış Açıları


"Amaaaan kağıt yok muydu da bu çocuk kendini boyadı?"
"Ayyy, ne kadar ilgisiz ve rahat bir annesi varmış, kimyasalları vücuduna aldı çocuk, tüh tüh!"
"Bir çocuğum olsaydı benim tepkim ne olurdu? Ben de göbek deliğinin oraya bir çiçek çizer miydim ki?"
"Vah vah, bu çocuk nasıl temizlenecek?"
"Boyalar kurumadan kanepeye atarsa kendini yandık valla, her taraf berbat olacak!"
"Gidip şunu bir öpsem de benim de ağzım yüzüm boya olsa. Hem sonra selfie bile çekeriz."
"Bu çocuk kesin yabancı; Türkler, çocuklarını bu kadar rahat yetiştirmez."
"Senin o sarkan yanaklarını, dudaklarını severim ben. Saçlarının rengine, kirpiklerinin güzelliğine bak, maşallah!"
"Her şeyin bir yaşı var işte, iyi ki özgür bırakılmış, benim yaşımda bunu yapacak hali yok ya."
"Hahahaha, harika!"
"Bu çocuk belli ki çok yaramaz. Allah ailesine sabır versin."
"Hayal gücü yüksek bir çocuğa benziyor."
"Ne hayal gücünden bahsediyorsun? Çocuk işte, eline boya geçince bulduğu yeri boyar."
...

Benim bakış açım mı?
Gökyüzü, yanağındaki mavide; güneş, omzundaki turuncuda saklı ve rengarenk gövdesiyle onun hayatı bir gökkuşağı.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Hayat Kısa, Kuşlar Uçuyor...

Bir insanı sevdiğini göstermenin en kısa ve en yalın hali, onun önemsediği şeyleri önemsemek olabilir mi? 
Sevildiğimi daima hissettiren sevdiğim, en mutlu günlerimizin ardından anneannemi unutmadığın için sana minnetarım. Elimi sana uzattığım için o da çok huzurlu, öyle söyledi.


6 Nisan 2014 Pazar

Show Must Go On

Sıklıkla gittiğim bir pastaneye düştü yolum geçenlerde. Rengarenk çiçeklerin yanındaki masaya oturdum her zamanki gibi. Hafif esen rüzgar, valse davet etmişti onları. Çingene pembesiyle sarı olan ise yine hararetle bir şey tartışıyorlardı aralarında. Saksının köşesindeki uğur böceği? O da dedikodu peşindeydi bence. Kımıldamadan durmuş, kulak kabartmıştı bu çifte. 
Saçları tek tek örülmüş, yüzündeki sıcacık gülümsemenin altında bir ciddiyet taşıyan o gizemli kadın yarım Türkçesiyle ne içeceğimi sorduğunda irkildim. Her zamanki pastanede, her zamanki yerimde, her zamankinden istedim: Sade Türk kahvesi. 
Yabancı müzik kültürüm pek gelişmemiş olmasına rağmen bazılarının isimleri veya şarkıların içinde geçen tek bir cümle aklımda yer eder. Onlardan bir tanesi çalıyordu fonda: "Show Must Go On". Çok sıradan bir cümlede neyin beni bu kadar etkilediğini düşünüyordum kendi kendime. Bu günlerde her şeyi sorgulama peşindeyim! Oysa ne kadar güzel, akışa kapılmış yaşıyordum. Evrene olumlu mesaj testimin olumlu sonuç vermemesi sanırım beni yolumdan çevirdi. Umut etmenin veya hayal kurmanın insana zarar verip vermediğini sorgulayacak kadar çıkmıştım yoldan. Oysa bunlar benim her zaman güç bulduğum, asla vazgeçmediğim ve adeta yaşam felsefesi haline getirdiğim şeylerdi. 
Kahvemden yudumlarken düşüncelerime hapsolmuştum. Birçok duyguyu aynı anda yaşadığım bu günlerde, yetmemişti bir fincan kahve düşünürken bana eşlik etmeye. Zaten fincan da küçücüktü. Bir tane daha istedim. Tatlı garson hiç böylesiyle karşılaşmamış sanırım, siparişimi teyit etme gereği duydu.
Uğur böceği masamdaki peçeteye konmuş. Olleyy! Güzel şeyler yaşayacağım, bugün uğurlu bir gün. Pardon da Cedric daha iki dakika önce umut etmekten vazgeçiyordun hani? Ne yani altı üstü bir böcek? Hem belki de dedikodudan sıkıldı, yolunun üstünde de sen vardın? Ay başka yol mu kalmadı, bu kesin sana uğur getirmek için gelmiş. Ne var yani, seni sen yapan şeyleri sorguluyorsun? Kaybettiklerin, kazanacaklarını daha değerli kılmak için var, nasıl unutursun bunu?
Aniden kalktım ve yine ani bir kararla çantamdan kalemimi çıkardım. Uğur böcekli peçeteye "Show must go on" yazdım ve çaprazımdaki boş masaya bıraktım. Hep aynı saatte gelip aynı masaya oturup sütlü kahvesini yudumlayan yaşlı amcanın gelmesine sadece iki dakika kalmıştı. Çaprazdaki o masada bugün onu farklı şeyler bekliyordu ve belki de o, şovuna devam etmeye bu sayede karar verecekti.